15 Mayıs 2024 Çarşamba

Carol & The End of the World incelemesi

     Bugünkü yazımda Carol & The End of the World animasyonu hakkında konuşacağım. 15 Aralık 2023'de Netflixte yayına girmiş 10 bölümlük bir animasyon serisi. Ben daha yeni izleme fırsatı yakaladım. Seri 42 yaşında bir kadın olan Carol'ın gözünden ilerliyor. Carol'ın yaşadığı dünya yaklaşık 7 ay içerisinde kendi yörüngesinden çıkıp dünyaya çarpmakta olan Keppler adındaki gezegen yüzünden yok olacak. Tabi doğal olarak bu insanların da artık var olmayı sürdüremeyecekleri anlamına geliyor. Kısacası bu seri kaçınılmaz son yaklaşırken Carol'ın ve çevresindeki diğer insanların hayatı nasıl yaşamaya çalıştıklarını anlatıyor diyebiliriz. Şüphesiz ki bu seri sadece bundan ibaret değil. Her bölümde Carol ve diğer karakterlerle birlikte kendimizi -insanlığımızı- sorguladığımız ve empati yeteneğimizi geliştirdiğimiz küçük bir başyapıt. Beni uzun süredir bu kadar etkileyen bir seri izlememiştim. Sizinle neden bu kadar etkilendiğimi ve serinin bize neler anlatmaya çalıştığını paylaşmak istiyorum. 

    Önce ilk bölümü kısaca özet geçip Carol'ın iç dünyası hakkında biraz konuşacağım. 


Evet, ana karakterimiz Carol bu. 42 yaşında, dünya normal ilerlerken bir ortaokulda sekreterlik yapan oldukça düz, küçük şeylerle mutlu olmayı bilen bir kadın. Tekdüze günlük hayatından zevk alan insanlardan. Fakat bu durum Keppler'in dünyaya çarpacağı ve 7 ay sonra her şeyin sonlanacağı öğrenildiğinde değişiyor onun için. Keppler olayıyla birlikte dünyadaki sistem değişiyor; paranın bir değeri kalmıyor, insanlar çalışmayı bırakıyor, herkesin aklını hayatının son anlarını anlamlı geçirme kaygısı kaplıyor, hedonizm büyük bir ana akım unsuru haline geliyor ve kapitalist düzen yerini hazcı kaosa bırakıyor. Doğal olarak Carol sisteme ayak uyduramıyor. Serinin ilk bölümünde bunu görüyoruz. Boş boş dolanan ve melankolisiyle arkadaş olmaya çalışan bir Carol var. Malesef dış dünya da onu kabul etme niyetinde değil. Carol kendisini dışlanmış ve eksik hissediyor. İlk bölümde Carol anne ve babasını ziyarete gidiyor. Anne-babası tüm bu hedonizmi ve kontrolsüz özgürlüğü hemen kabul edebilmişler;ki bunu da artık kıyafet giymeyi reddetmelerinden ve bakıcılarıyla üçlü bir aşk ilişkisi yaşamalarından anlayabiliyoruz. Carol'ın ebeveynleri dünyada yaşananların küçük bir özeti aslında. Her insanın tek ve nihai amacı nefes aldıkları her saniyeyi zevkle doldurarak anlamlı kılmak ve ölmeden önce ben anlamlı bir hayat yaşabildim demek. Carol'ın böyle bir kaygısı olmadığı için ebeveynleri onun için endişeleniyorlar. Bunun üzerine Carol sörf yaptığı yalanını uyduruyor. Sörf yaparak vaktini geçirdiğini ve mükemmel dalgayı aradığını... 

    Ebeveynlerinin yanından ayrıldığında küçük dostu melankoli elinden tutup Carol'ı bir partiye çekiştiriyor. Carol partiye çok kısa bir süre katlanabiliyor, direkt kendini dışarıya atıyor. İşte burada da Eric karakteri ile tanışıyor ve sonra tek gecelik bir ilişki yaşıyorlar. Carol'ın tek isteği biraz da olsa kendini uyuşturmak. Belki Eric ile yaşayacağı tek gecelik ilişki onu toplumun oluşturduğu yeni standartlara yaklaştırabilir. Eric için ise olay çok ama çok farklı. Şimdi kısaca Carol'ın hikayesine ara verip Eric karakterinden ve temsil ettiği şeylerden bahsetmek istiyorum.

    Şimdi fotoğrafta Carol'ın yanında duran karakterimiz Eric. Eric ilk geldiğinde şahsen ben Carol ve Eric'in arasında bir bağ oluşacağını ve bu bağın ikisinin de hayatlarının son anlarına bir anlam katacağını düşünmüştüm. Belki Carol'ın melankolisini derinden hissettiğim için az da olsa kafamda acısını hafifletmeye çalıştım ve Eric karakterinin bir çıkış yolu olacağını umdum. Yapımcıların amacı da izleyicilerde böyle bir algı yaratmak mıydı emin değilim. Fakat olaylar benim öngöremediğim şekilde ilerledi. Eric, Carol ile olan küçük kaçamaklarına Carol'dan daha fazla önem veriyordu çünkü Eric eşi tarafından kısa süre önce terk edilmişti. Şimdi oğluyla yaşıyordu ve aslında biraz hayatta kaybolmuştu. Hala eski eşini özlüyor ve yalnızlık çekiyor olduğu için Carol'ı bir unutma silahı gibi kullanmak istedi aslında. Ne yazık ki Carol tetiği çekmesine izin vermedi. Bundan sonra Eric'i bir süre Carol'ı biraz sapıkça diyebileceğim şekilde takip ederken görüyoruz. İnatla Carol'a yalvarıyor ilişkilerine bir şans vermesi için. Oğlunun bir anneye, kendisinin bir eşe ihtiyacı olduğunu söylüyor ve Carol'ın bu role bürünüp onları tatmin etmesi gerektiğini kafasına koymuş. Açıkçası bu karakter bana çok gerçekçi geldi. Gerçekte de benzer durumları gördüğümüz oluyor. Uzun süren bir ilişkiden ayrıldıktan sonra içinde yaşadığı derin acığı karşısına çıkan ilk insanın yok etmesini arzulayan binlerce kişi var. Aslında bu insanlar derin bir yas içindeler. Bilirsiniz ki yasın 5 evresi olduğuna bir dair teori vardır. İnkar, öfke, pazarlık, depresyon ve kabullenme. Eric de yasın ilk evresinin belirtilerini ilk bölümde gösteriyor. Devamlı bir inkar içinde. Eski hayatının, bir ilişki içerisinde olduğu ve bir çekirdek aileye sahip olduğu hayatın artık varolmadığını inkar ediyor. Dizi Eric karakterine ve yas sürecine odaklı bir şekilde ilerlemese de ilerleyen bölümlerin birinde Eric'in yasın depresyon sürecine girdiği dönemi de görebiliyoruz. Kendisini yataktan kaldıramadığı, üzerine bir pantolon bile giyemediği anlara tanıklık ediyoruz. İşin güzel kısmı ise Eric'in oğlunun babasının yas sürecine dahil olup onu ayağa kaldırdığı bir bölümün de olması. Bence bu seri Eric karakterini ve hikayesini oldukça başarılı bir şekilde yansıtmayı becerebilmiş. 
    Şimdi Carol'ımıza geri dönelim. Eric ile yaşadığı olaydan sonra Carol kendini artık eski güzelliğinden eser kalmamış şehrin sokaklarında amaçsızca gezerken buluyor. Ve bir anda iş elbiselerini giymiş ve yanında bir evrak çantası bulunan bir kadınla karşılaşıyor. Kadın onu görmüyor ama Carol'ın ilgi odağı bir anda kadın oluveriyor. Artık iş hayatının olmadığı bir dünyada kadının giyinişini absürt bulduğu için kadını takip ediyor. Fark ediyor ki kadın büyük bir plazaya giriyor ve ardından da Carol aynısını yapıyor . Teker teker tüm katları dolaşırken bir anda kendini muhasebe bölümünde buluyor. Ve işte işin bomba kısmı; burada insanlar dış dünyaya aldırmaksızın çalışmaya devam ediyorlar. Birinci bölüm bu şekilde sonlanıyor. 
    Daha sonra ikinci bölümde bir anda Carol'ı bu muhasebe bölümü işe almaya karar veriyor. Carol etrafındakilere burasının ne olduğunu ve neden çalışmaya devam ettiklerini soruyor fakat kimseden bir dönüt yok. İnsanların birbiriyle iletişim kurmadığı, sadece 9-5 çalışıp bilgisayara numaralar girdiği, normal koşullarda sıradan dursa da kıyamet yaklaşırken absürt duran bir konseptten ibaret aslında ofis. Carol cevaplarını bilmediği bir sürü soruyla esrarengiz ofisin bir parçası olup rutinlerine ayak uydurmayı seçiyor. Ve aslında ikinci bölümde görüyoruz ki bu rutin Carol'a iyi gelmeye başlıyor. Artık Keppler ve dünyanın sonu, ve de hedonizme uymayan özü aklını kurcalamayı bırakıyor. Bir anda bulduğu anlık amaç - ofise düzenli bir şekilde gelip kendine atanan görevleri yerine getirmek- onu tekrardan hayata bağlıyor. Bu bölümün sonunda daha sonra arkadaş olacağı Donna karakteriyle tanışıp ofise "The Distraction" diye seslendiklerini öğreniyoruz. "The Distraction" türkçesiyle dikkat dağıtan/dikkat dağıtma. İnsanların kolektif bilinçleriyle yarattığı, kaçınılmaz sonun acısını hafifletme eylemi. Tüyler ürpetici ama gerçekçi. Mükemmel bir fikir. Carol & The End of the World serisi "The Distraction" konseptiyle hem eşsiz bir fikir ortaya atmış hem de aslında hepimizin bir gün öleceğimizi biliyor oluşumuz ama bu fikiri kendimizi hatırlatmamak için oyanalacak yeni şeyler buluşumuza nokta atışı bir gönderme yapmış. 
    Seri ilerledikçe Carol'ın The Distraction'a nasıl uyum sağladığını, kendisine nasıl iş arkadaşları edindiğini ve istemeden de olsa kendi naif yapısıyla ofisi nasıl değiştirdiğini gözlemliyoruz. Bir yandan da The Distraction'ın ona verdiği iç huzurla birlikte kendi özel hayatında da olumlu gelişmeler yaşanıyor. Kendisinden karakter olarak çok farklı olan kız kardeşi Elena ile ünlü bir şelaleyi görme amaçlı uzun bir dağ yürüşü/kamp macerasına atılıyorlar. Elena,Carol'dan çok farklı. Carol ne kadar düz ve sakin birisiyse Elena o kadar atak, macera düşkünü ve heyecanlı biri. Farklılıklarını tüm hayatları boyunca kabullenemeseler de artık dünyanın sonunun yaklaşmasıyla ilişki dinamiklerinin değişmeye başladığını anlayabiliyoruz.
     Finalden bir önceki bölümde de Carol kendini ve mükemmel dalgayı bulma amaçlı bir sörf yolculuğuna çıkıyor. Dünyayı geziyor, yeni insanlarla tanışıyor, eski aşklarını ziyaret ediyor, uyuşturucu deniyor. En başında toplumun ona dayattığı "öleceksin zaten hayatını yaşa, gez, dolaş, seviş" baskısının üstesinden gelip kendi isteğiyle hayatı deneyimlemeye başlıyor. Burası aslında komple bir yalan. Anne babasına anlattığı sörf macerasının gelişmiş bir versiyonu. Çünkü hayatının değerli olması için bunları yapmasına gerek yok. Mutlu olmak için sürekli gezmesine, yeni insanlarla tanışmasına, sürekli bir şeyleri tüketme odaklı olmasına gerek yok. Carol The Distraction'ın ona sağladığı basit ve tekrarlı hayatından memnun. 
    Sanırım Carol & The End of the World'ün en güzel alt mesajlarından biri hayatımızın anlamlı olması için hazza dayalı yaşamamız ya da toplumun bize dayattığı "her anın tadını çıkar ve vaktini sakın boşa harcama (!") anlayışına ayak uydurmamıza gerek olmadığı. Belki uzun olmayan ömürlerimiz olabilir ama ömrümüzü ne ile geçirmeye biz kendimiz karar verebiliriz. Hayatımızın anlamına  toplum değil biz değer biçeriz. Bana bunu hatırlattığı için bu seriye çok bağlandım. Belki siz izlediğinizde Carol & The End of the World size başka bir bakış açısı sunabilir. Benim de bu yazımda bahsetmediğim daha birkaç olay barındırıyor bu seri. Genel olarak insana, ölüme ve acıya olan yaklaşımlarının özgünlüğü ve saflığı insanı etki altında bırakıyor bana kalırsa. Boş vaktinizde izlemenizi canıgönülden tavsiye ederim. 

Not:  Şarkı önerim Flower Face - Maybe.

















16 Mart 2024 Cumartesi

Değerlerim

    Bizi biz yapan şeyler nedir? Cevabı çok basit; değerlerimiz. Herkesin kendine özgü değerleri vardır. Mesela bunlar benim için güven, özgürlük,özşefkat ve aidiyet. Diğer insanlar için bu değerler çok daha farklı olabilir. Dışarda yoldan geçen birini alıp incelesem onun için cevap saygı, merhamet ve tutku olabilir örneğin. İşin temelinde yatan aslında bu kavramların bizim karakterimizi oluşturmasıdır. Ben özgür olduğumda ben olurum, ait hissettiğimde ben olurum. Sen ise belki istediğin şeyi başardığında sen olursun. Yoldaki yabancı da kendisine saygı duyulduğunu hissettiğinde. 

    İşte bunu anladığımda bir aydınlanma yaşamıştım. Daha önce kendimi dünyadan kopuk hissettiğim anlarda aslında bunun nedeninin kendi değerlerimden uzaklaşmam olduğunu gördüğümde dünyam değişti. Bana kalırsa değişimin ilk adımlarından biri sorunun kaynağına inebilmektir. Daha sonra çözüm gelir. Ben de nereden başlayacağımı biliyordum artık.

    Söylediğim gibi herkesin değerleri birbirinden farklıdır. Kendi değerlerime değinmem gerekirse ilk bahsetmem gereken özgürlük olabilir. Özgürlük benim için oldukça önemli bir kavram. Kendimde farkettiğim ve değişime açık olmadığını bolca gözlemlediğim bir durum var, ben dayatmaların insanı değilim. Ben kendi kararlarımı vermeyi aktif olarak arzulayan biriyim. Burada ben özgür bir kadınım, her şeyi başarabilirim tutumu sergilemek değil amacım (ki ben özgür bir kadınım ve her şeyi başarabilirim).  Söylemek istediğim şey aslında tam tarif ettiğim gibi aktif bir arzu. Ben her kararımda, hayatta aldığım her adımda seçim hakkına sahip olmak istiyorum. Bu sabah yediğim öğünün tost mu yulaf mı olmasından tutun kiminle zamanımı ve enerjimi paylaşmama karar vermeme kadar değişebilir. Benim dileğim mümkün olduğunca bağımsız değişkenin ben olmasıdır. Özgürlük, seçim yapabilmek, kendi kararlarımı verebilmek benim için o kadar önemli ki bunlar olmadığında ruhumu hissetmiyorum. Oysa bu istemediğim bir durum. Ben yaşamak, hissetmek, anı tatmak istiyorum. Bu yüzden biliyorum ki ben değerlerimi çiğnememeliyim ve çiğnetmemeliyim. Bu kendime karşı aldığım bir sorumluluk. Fark etmem yıllarımı aldı, ama fark ettiğim andan beri bunun için çabalıyorum.

    Bir diğer değerim ise özşefkat. Benim kendimde çok eksik bulduğum şeylerden biri bu. Ben kendimi hep yıpratır, hırpalarım. Ben kendime bir dost, bir büyük olamam. Bilincimi elde ettiğim andan itibaren kendimi en büyük düşmanım gibi bellemişim, bu düşmana var gücümle saldırıyorum. Peki niye? Çünkü evreni ve onun kaosunu anlamlandıramadığım için. Çünkü böylesi daha kolay olduğu için. Sonuçta ben kendimin farkındayım - ya da en azından farkında olduğumu düşünüyorum- ve bu farkındalık az da olsa anlam içerdiğinden ona yeni bir görev tanıyabiliyorum; başıma gelen kötü durumların, ve insanların sebebi olma. Oysa benimle ne alakası var ki, ben kontrol edemeğim her boku evirip çevirip kontrol edebileceğim bir şeye mi dönüştürmek zorundayım. İşte bu noktada özşefkat benim en büyük yardımcım oldu. Bazen durup kendime dünyadaki tüm sorunların kaynağının ben olmadığını hatırlatıyorum. Ben kendime ihtiyacım olan şefkati verirsem iyileşmemi de sağlayabilirim. Ben kendi özümü sever ve kucaklarsam tohum verdiğimi de görebilirim. Özşefkat benim en önemli değerlerimden biri.



    Yazımda bahsedeceğim son değerim ise aidiyet. İşte hayatımın en elzem sorusu. Ben nereye aidim? Ömrümün kayda değer her saniyesinde bunu sorguladım çünkü hiç ait hissetmedim. Çoğu zaman kendimi dışlanmış, bulunduğu ortamla alakası olmayan biri gibi hissettim. Çok çok nadir anlarda bunu hissetmediğim oldu. Ufacık bir aidiyet hissiyatı aldığım insanlara ya da mekanlara ne kadar çok tutunduğumu tahmin edemezsiniz. Sarılarak, şevkle, aşkla, sanki ölücekmişim gibi tutundum hep. Bırakırsam yine o ait olamadığım dünyaya dönmekten ölesiye korktum. Korkum aslında aidiyetin benim için ifade ettiği önemi göstermiş oldu. Bu kadar önemli olmasaydı ait hissedememenin sularına kapılıp can vermekten ürkmezdim. Demek ki beni ben yapan değerlerden biri buydu. Bunu fark ettikten sonra kendimi de daha iyi anlamış oldum. Sırada ise ait olduğum yeri bulmak var. Özellikle bu dünyada oynayacağım rolün nasıl bir şey olduğunu belirleyecek faktörün bu olduğu inancına tutunmaya devam edersem.

    Evet, beni ben yapan, "yaratılışımda" beni kişiselleştiren değerlerim kısaca bunlar. Değerlerimi koruduğumda ve içinde yaşadığımız acımasız dünyanın onlara zarar vermesine engel olduğumda kendimi iyi ve bütün hissediyorum. Belki bu yazıyı okuduğunuzda - gerçi toplasan 10 okuyucum yoktur ama- içinizde küçük bir sorgulama yaşarsınız ve kendi değerlerinizi bulma yolculuğuna çıkarsınız. Kendimiz olmak adına sürekli yinelediğimiz bu savaşta cephenize sağladığım bu küçük takviyeden hoşlanacağınızı umuyorum. 


P.S. : Maisie Peters-History of Man bu şarkı çok güzel ya dinleyin mutlaka. 💙



17 Kasım 2023 Cuma

İçimizdeki Boşluk

    Bu aralar aklımı kurcalayan konulardan biri içimde varolan ve bir türlü dolduramadığımı düşündüğüm boşluk. Sanki kalbimin fazladan bir odacığı varmış ve içi de yoklukla doldurulmuş gibi. Ben ise istemsizce bu yoklukta bir şeyler bulmayı umuyorum. Yokluk bu noktada yoksunluğa dönüşüyor. Yoksunum ben, istediğimi elde edemiyorum, istemekten de vazgeçemiyorum, içimdeki boşluğu dolduramıyorum. Sürekli bir şeyler getiriyorum, yeni bir şeyler sunuyorum kalbime. Aslında hiçbiri beni tamamlayacak nesneler ya da eylemler değiller. Yine de kendimi bunların beni tamamlayacağına inandırmaya çalışıyorum. beynimi kandırırsam, kalbimi de kandırırım. Kalbimi kandırırsam, içimdeki boşluğu kapatabilirim. İçimdeki boşluk kapanırsa yaşamayı ve mutlu olmayı hakedebilirim. İşte asıl mesele burda yatmakta. Ben içimdeki boşluktan dolayı mutlu olmayı hak etmediğimi düşünüyorum. İşin kötü kısmı ise bu boşluğu ben yaratmadım, diğer insanlar ve bu dünya ve onun öngörülemez kaosu yarattı. Ben doldurmaya çalıştıkça boşluğu onlar engel oldular. Kızgınım. Çok kızgınım. Kırgınım da. Beni azaltmaya çalışanlara çok kırgınım. Niye bunu yaptıklarını da anlamıyorum. Bana bir ders vermeye mi çalışıyorlardı? Bir çeşit sınav mıydı? Yoksa hepsi anlamsız oluşumlar mıydı? Bilmiyordum. Ama tüm bu eksiltilme çalışmalarından öğrendiğim şey içimdeki boşluğu sağlam şeylerle doldurmam gerektiği oldu. İçimdeki boşluğu öyle sağlam bir şekilde doldurmalıydım ki kimse asla ama asla beni azaltamamalıydı. Değiştirmem gereken alışkanlıklar ve duygular var. Bu içimdeki boşlukla yaşamayamam. Ben bu kişi olamam. O yüzden kendimi bir söz verdim, son bir çaba son bir gayret. Ya bu boşluk doldurulur ya da boşluk olunur.






P.S. Bayadır şarkı paylaşmamıştım. Bu yazının şarkısı Nine Inch Nails- Hurt. Bi de Johhny Cash versiyonu var sanırım şarkının ama ben Nine Inch Nails verisyonunu daha çok seviyorum.







8 Kasım 2023 Çarşamba

Çaresizlik


 Çok uzun süredir yazmıyorum. Sebebi de üretkenliğimin oldukça düşmüş olması. Bunun sebebi de çaresizlik hissi. Hayatım da olmak istemediğim bir konumda olmanın bana getirdiği bir kaçınılmazlık. Biliyorum bazı şeyleri değiştiremiyoruz, bazı şeyler kontrolümüzde değil. Ama seçim hakkımızın olduğu durumlar var. Az da olsa değişim getiren eylemler var. Bense seçim hakkımın çoğu noktada elimden alındığını hissediyorum. Ki gerçekten de öyle bu dünya bana hiçbir zaman seçenekler sunmadı. Hep tek taraflı çıkışlarım vardı benim, diğer sokaklarımsa çıkmazdı. Eh, deneye deneye ilerleyebildim tabi. Şu ana dek böyleydi ama bugünlerde bir türlü içinde kaybolduğum çıkmaz sokaktan vazgeçemiyorum. Nasıl girdiğimi bile anlayamadım bu çıkmaza. Bütün evlerin kapısını çaldım belki yardım eder birileri diye ama ya yardım etmediler ya da kendi "doğrularıyla" beni yönlendirdiler. Onların doğruları benim gerçeklerim değildi. Bu sebeple çıkamadım oradan. Sadece kayboldum ve kayboldum. Şimdi tek yapabildiğim bu çaresizlikle bütünleşebilmek. 

20 Ağustos 2023 Pazar

Depresyonun Portresi

                                    Depresyonun Portresi


     Bu bloğu iç dünyamı yazıya aktarmayı sevdiğim için ve artık iç dünyamı paylaşmaktan korkmadığım için açmıştım. Ama yazılarım bir süredir taslak halinde üst üste yığılmaktan başka bir işe yaramadı. Yazmak istediğim çok fazla değişik konu var. Animeler üzerine, kısa filmler üzerine, ve değişik felsefi konular üzerine açtığım taslakları bitirmem gerekirken kendimi bir anda masamın başında otururken buldum ve aklıma depresyonla ilgili bir yazı yazmak geldi. Kısa süre öncesinde, neredeyse hemen hemen bir yıl önce ani bir travmayla içine, en derinlerine girdiğim depresyonun resmini en iyi çizebilecek kişilerden birinin ben olduğuna inanıyorum. Belki şuan benimle bu masada oturmasa da depresyon uzun süre benim en yakın arkadaşımdı. Hem de bu öyle bir arkadaşlıktı ki beni benden daha iyi tanıdığına eminim. Tanımaması da imkansız gerçi. 7/24 seninle olan, sabah seninle uyanan, omuzuna bıraktığı ağırlığıyla seni dünyanın merkezine doğru tüm gücüyle iten, asla ama asla yanından ayrılmayan, geceleri seninle konuşan iblis görünümlü bir arkadaş. Elbette seni senden daha iyi tanıyacak.

    Çevremde depresyonun nasıl bir şey olduğunu bilmeyen insanlar var. Belki onları şanslı olarak adlandırabiliriz. Sonuçta onların sürekli savaşmak zorunda oldukları, kaçamadıkları bir iblisleri yok. Bu sebepten dolayıdır belki de, ya da kör olmamalarına rağmen görmeyi bilmediklerinden de olabilir ki bu "şanslı" insanlar depresyonu anlamlandıramazlar. O yüzden sanırım onlarla bir arada olduğumda bana bir ağırlık çökerdi çünkü bilirdim beni anlayamacaklarını. Bir fırçam olsaydı çizebilirdim belki onlara depresyonumun portresini. 
    
    Sanırım ilk önce gri bir renk elde ederdim boyalardan ama koyu bir gri. Onunla boyardım tuvalin hepsini, bir çeşit arka plan yaratırdım. Çünkü depresyonla boğuşurken bana dünya hep gri geliyordu. Mutluluğun, sevincin, heyecanın o canlı renkleri yoktu hiç. Hüznün mavisi de yoktu. Acının o kırmızılığı da. Oysa depresyonla boğuşurken en derinden hissettiğim acının ta kendisiydi. Sanki ruhumun fiziksel bir versiyonu vardı ve sürekli yaralanıyordu, acı çekiyordu, kanıyordu ve kırmızıya bürünüyordu. Ama yine de dünya griydi ben depresyondayken. Belki de bu griliğin sebebi hiçbir şeyden zevk alamamaktı. Çünkü depresyonun en güzel hediyelerinden biri aslında bu. Sana kendini unutturuyor. Her şeyden elini ayağını çekmeni sağlıyor. Acı gerçek de burada başlıyor ,zevk almayı bıraktığında hayatın ne kadar boktan olduğunu fark ediyor insan. İçinde yaşadığımız toplumun ne kadar bencil, adaletsiz ve insafsız olduğunu tamamıyla görmeni sağlıyor depresyon. Ve gözleri açıldıkça insan değersizliğini anlıyor. Her nefes alışında değersizlik hissini vücuduna alıyorsun ve hücrelerinin bunu enerji olarak kullanmasına izin veriyorsun. Bundan besleniyorsun adeta. Ve biliyorsun ki nefes almayı kestiğinde her şey sona erecek. 

    Bu griliğin üstüne iblisimi çizeceksem kullanmam gereken renk siyah. Çünkü aslında depresyon seni derinliğine çeken bir karanlık. Bu sebepten benim iblisim de simsiyah gözüküyor. Ki şundan eminim böyle karanlık bir siyahı hiçbiriniz görmemişsinizdir. Ama iblisimin karanlığı sizi şaşırtmasın çünkü oldukça arkadaş canlısıdır kendisi. Asla ama asla yanından ayrılmaz. 

    Depresyonum benim bir parçam değildi aslında, ben onun bir parçasıydım. Beni sarıp sarlamıştı ve bırakmamaya ant içmişti. Bunu gerçekten yapması gereken çoğu insanın aksine. Ben onun beni ele geçirmesine izin vermiştim. Gerçi bunun olmaması da imkansız çünkü depresyon oldukça ikna edici. Sürekli iletişim halinde. Ruhuna, en derinliklerine artık vazgeçmen ve kendini onun kollarına bırakman gerektiğini sana tatlı tatlı anlatabilir. Sen istemezsin ama yalvarırsın ona; "Lütfen! Lütfen! Lütfen! Yaşamak istiyorum!" diye içten içe çok hevesli olmasan da yalvarırsın. Göremesen de önünü denemek istediğini bilirsin o yüzden fırçanı alırsın eline ve tuvaline başka renkler katmaya çalışırsın. Ne yazık ki çoğu zaman o karanlık siyah renk diğerlerini bastırır, sen de hiç uğraşmamışsın gibi tuvaline bakakalırsın. Tuvali boyayabilmen için tuvali boyamayı seçmen gerekir, yoksa boşuna uğraşır durursun. Depresyonun sana bir seçim hakkı sunar; devam etmek istiyor musun, gelecekte neler olacağını görmek istiyor musun? Bu noktada tamamıyla kendine ait bir seçim yapman gerekir. Ve sen devam etmeye hazır olduğunda işte o zaman tuvale başka renkler katabilirsin yavaş yavaş ve elinde kalan yarım yamalak gücünle. 





P.S.: Bu yazının şarkısı adeta benim adıma yazıldığını düşündüğüm Taylor Swift- This is Me Trying.


P.S.2: At least i am trying...

3 Temmuz 2023 Pazartesi

Atropos ismi nereden geliyor?

     Atropos Yunan mitolojisindeki kader tanrıçaları olarak adlandırılan Moirai'lerden biri. Moirailer, kader tanrıçaları dünyada yaşayan insanların kaderlerini belirleyen üç tanrıça. İnsanların kaderi bu üç tanrıçanın kader ipliğini örmesi, ölçmesi ve kesmesiyle belirleniyor. Kader tanrıçalarının ilkinin adı Clotho. Kader ipliğini büken tanrıça. İnsanların hayatındaki önemli kararları veren tanrıça kendisi. Mesela bir insanın ne zaman doğacağına karar vermek gibi. İkincisi Lachesis, ipliği ölçen Moirai. O bir insanın ne kadar yaşaması gerektiğini ölçer. Sonuncusu ise elbette Atropos, isminin tam anlamıyla "kaçınılmaz". Atropos'un görevi zamanı geldiğinde kaderin ipliğini kesmek ve ipliğin sahibinin yaşamını sonlandırmaktır. İsminin çevirisi "kaçınılmaz, geri adım atmaz, bükülmez, bildiğinden şaşmaz " gibi adlandırabilir. Bu ismi seçmemin sebebi tam da bu anlamlardan kaynaklı aslında. Ben bazı şeylerin kaçınılmaz olduğuna inanıyorum. Bazı şeylerin bükülmez olduğuna. Bazı insanların geri adım atmayacağına ve bildiğinden şaşmayacağına. Kendime bu adı vermemin sebebi de biraz değiştirmek istediğim benliğimden kaynaklı. Adların anlamı kişiyi belirler diye söylerler ya hani benim yaptığım da biraz o. Eğer kendimi Atropos olarak adlandırırsam belki ben de kaçınılmaz, geri adım atmaz ve bükülmez olabilirim. Ve başkaları tarafından bükülmemeyi oldukça arzulayan ben için bu isim en doğrusu olsa gerek! 






    








P.S.: Her yazımın sonuna bir şarkı önerisi koymak istiyorum. İlk yazımın şarkısı Journey- Don't Stop Believin'. İyi dinlemeler. 


Carol & The End of the World incelemesi

     Bugünkü yazımda Carol & The End of the World animasyonu hakkında konuşacağım. 15 Aralık 2023'de Netflixte yayına girmiş 10 bölü...